MUSTAFA BÜYÜKGÜNER

MUSTAFA BÜYÜKGÜNER

BUDİN’DEN YEMEN’E SAZIM ÇALINIR

A+A-
Kuzey Irak'taki referandum sebebiyle sosyal medyadan yapılan paylaşımlarda beni en fazla etkileyen ve konu hakkında düşüncelere sevk edeni, “Kerkük’ten vazgeçmeyiz!” etiketi ile yapılan, “Kerkük'te Türk yoksa, bu türküler kimin?” paylaşımı oldu. Mesaja eklenen videoda en güzel Kerkük türküleri, hem de uydurukça değil, gayet duru bir Türkçe ile çalıyordu.
 
Bir şehrin, bir millet ile özdeşleşmesi veya milletin bir şehri kendine ait hissetmesi kaç yüzyılda olur ve bunun belirtileri nelerdir bir düşünelim…
 
Anonim kaynaklardan gelen ve zaman içerisinde milletin öz malı olan türküler, deyişler, masallar, destanlar, atasözleri, deyimler; o yöreye ait özellikler, milletin değerlerinin ve karakterinin yörede gözükmesi, yeme alışkanlıkları, kıyafet seçimleri adeta bir imbikten süzülürcesine asırlar boyunca birike birike üzerinde yaşanılan toprağı, o milletin vatanı yapmaz mı?.. Veya aynı değerlere ve karaktere sahip millet, o toprağın gerçek sahibi sayılmaz mı?..
 
Bu sütunlarda daha önce de farklı sebeplerle dile getirmiştik. Milletimizin Orta Asya bozkırlarından çıkıp Mezopotamya'yı yurt edinmesi üzerinden 1000 yıldan fazla bir süre geçti. İslâm'la tanıştıktan ve kaynaştıktan sonra Müslümanların bayraktarlığını yapan milletimiz, hem hücum devresinde, hem de ricat devresinde bu bayraktarların getirdiği vazife şuuruyla hep en önde yenen veya yenilen oldu.
 
Selçuklu inşa ettiği binalara hep büyük kapılar yaptı, Osmanlı ise eserlerini geniş kubbeler ile örttü. Biz bugünden geçmişe baktığımızda görüyoruz ki, İslâm ile şereflendikten sonra büyüyen ve derinleşen medeniyetimizin giriş kapısı Selçuklu’dur; Osmanlı ise bu medeniyeti “çil çil kubbeler” serperek Anadolu'dan Avrupa'nın ortalarına, Arap yarımadasına ve Kuzey Afrika'ya kadar yaymıştır.
 
Bugün Macaristan ve Avusturya topraklarından başlamak üzere bütün Orta Avrupa ve Balkan coğrafyasında, kuzey ve Batı Karadeniz kıyılarında, Arabistan Yarımadası'nın tamamında ve Afrika'nın kuzey topraklarında bu etkiyi görmek mümkün. Ricat devrimizde bu topraklardan birer birer geri çekilirken, her ne kadar tarihi eserlerimiz düşmanlarımız tarafından yıkılıp talan edilse de, toprağa ve bölge kültürüne kattığımız değer hala en çıplak haliyle görülmekte…
 
Bu bakımdan ilk vatanımız Orta Asya ve şu anda yaşadığımız ikinci vatanımız Anadolu toprakları ne kadar bizimse ve biz kokuyorsa, bir zamanlar atlarımızın kişnediği; minarelerinde ezan, meclislerinde Kur’an ve Mevlüt okunan bu topraklar da o kadar bizimdir.
 
Hala türkülerinde bir yandan kaç yüz yıl önce kaybedilen Macaristan toprakları için;
“Serhatlar içinde Budin’dir başı,
Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı,
Çerkez Alemdar’dır şehitler başı,
Aldı Nemçe (Avusturya) bizim nazlı Budin'i…”
Diye ağıtlar yakan;
 
“Burası Huş'tur,
Yolu yokuştur,
Giden gelmiyor,
Acep ne iştir”
Diye Yemen’i dilinden düşürmeyen; birini ciddiyete davet ettiğinde “Halep oradaysa, arşın burada!”, kızdığında “Görürsün Hanya’yı (Mora) Konya’yı…” diyen; en büyük kayıp ve acılarını “Estergon Kalesi” ve “Tuna Nehri Akmam Diyor” diyerek askeri bandosuna marş yapan milletimiz; bu geniş coğrafyayı hafızasında ve gündelik hayatında yaşatmaya devam ettiği müddetçe, bize Selçuklu'dan ve Osmanlı'dan miras kalan bu toprakların hala gönül coğrafyamızın bir parçası olduğunu unutmamalıyız.
 
Bir Kerkük ağıtında;
“Baba bugün Kerkük ateşe benzer,
Sönmez güneşe benzer,
Kerkük’ü unutanlar,
Çölde bir taşa benzer!”
Dediği gibi Budin’den Yemen’e kadar sazımızın çaldığı, türkümüzün söylendiği bu coğrafyada, değil Kerkük’ü, şehit kanları ile alınmış hiçbir toprak parçasını unutmaya hakkımız yoktur.
kerkuk.jpg
Bu yazı toplam 4313 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar