MUSTAFA BÜYÜKGÜNER

MUSTAFA BÜYÜKGÜNER

BİR NAİM SÜLEYMANOĞLU PORTRESİ

A+A-

Naim Süleymanoğlu’nun hikâyesi, aslında bütün bir millet olarak hepimizin hikâyesidir…

Osmanlı Devleti kurulduktan çok kısa bir süre sonra… Henüz Ankara bile fethedilmemişken, Osmanlı Akıncıları Çanakkale üzerinden Trakya’ya geçtiler. Bizans İmparatoru ile yapılan anlaşma gereğince de İstanbul’u Avrupa’dan gelen yağmacılardan korumak ve İstanbul’daki taht kavgasında İmparator’u desteklemek için Çimpe Kalesi’ne yerleştiler. O günden sonra da en büyük seferlerini hep batıya, Avrupa topraklarına doğru yaptılar. Osmanlı Akıncıları henüz Kayseri’ye ulaşmadan Budin’i fethetmişler ve Balkanlar’ın tek hakimi haline gelmişlerdi.

Müslümanların bu yeni fetihleri şimdiye kadar hiç olmamış bir şeye sebep oldu. Yeni topraklar, yeni insanlar; yeni adetler ve yeni fikirler demekti. Bu bakımdan bütün Müslüman devletleri doğulu karakterler gösterirken Osmanlı İmparatorluğu melez bir yapıya büründü. Avrupa’nın insan ve teknik gücünü nefsinde toplamayı başardı ve bu gücü yeni fetihleri için bir lokomotif haline getirdi.

İstanbul fethedildiğinde, yıkılmaz denen surları yıkan toplar bu sayede bir Macar dökümcü (mühendis) tarafından yapılabilmişti.

Bu fetih ve zafer dönemi 16. yüzyılın sonlarına kadar bu şekilde devam etti. Kanuni döneminde en büyük kudret ve gücüne ulaşan devlet, bir yandan Batı Avrupa sınırlarına dayanmış, Akdeniz’i dahi bir iç deniz haline getirmiş, diğer yandan ise neredeyse bütün İslâm coğrafyasının tek hakimi olmuştu.

İşte bu dönemde bütün dünya bizi hayranlıkla izlemekte, bize gıptayla bakmakta, bir yandan çocuklarını “Bak Türkler geliyor” diye korkuturken, diğer yandan da Enderun’da yetişebilmeleri amacıyla Osmanlı’ya vermek için neredeyse araya aracılar koymaktaydılar.

Ne zamanki işler tersine döndü, bize hayranlıkla bakan, çocuklarını Enderun’a verip sarayda her hangi bir göreve gelebilmesi için birbirleri ile yarışan bütün batı toplumu bu sefer de bizi Avrupa’dan çıkarmak ve sözümona ait olduğumuz yere Asya’ya geri göndermek için yarışır oldular.

17. asırdan itibaren 20. asrın başlarına kadar yenile yenile topraklarımızdan rücu ettik ve Anadolu’ya döndük. Batı bununla da yetinmiyor, sadece bizi yenmenin, topraklarımızı işgal etmenin yeterli olmadığını biliyor ve Avrupa’daki Türk (ve tabii olarak Müslüman) nüfusu da eritmek için türlü katliamlar yapmaktan geri durmuyordu. Bunun tabii sonucu olarak önce 97 Harbi’nde ardından Balkan Savaşları’nda ve nihayetinde dünya savaşından sonra 6 asır önce Avrupa’ya başlayan şanlı yürüyüş, bu sefer de geriye, türlü acılarla birlikte Anadolu’ya doğru rücu etti…

Avrupa’nın Türk’e (ve Müslümana) bakışı daha birkaç gün önce Boşnaklar’a karşı soykırım yaptığı mahkemece de hükme bağlanan Sırp Komutanının şu sözlerinde alenen bellidir: “Müslümanları öldürmek sorun değil, bir günde 50 bin kişiyi de öldürürüz. Önemli olan onları bu topraklardan tamamen sürmektir”

20. Asırda, Avrupa’da insanlık namına ne kadar trajedi varsa hepsinin öznesinde Müslümanlar bulunması bir tesadüf değildir.

İşte bu ortamda, 80’li yıllarda, Balkanlar’da her nasılsa kalabilmiş Müslüman Türkler arasında bir sporcunun ismi duyulmaya başlandı…

Önceleri güreş ile başlayan kariyerine, vücudunun yeterince gelişmemesi sebebiyle halterle devam etme kararı aldı ve henüz 15 yaşındayken bütün spor otoritelerinin dikkatini çekmeyi başardı. Dönem, doğu bloğu ülkelerinin en sert şekilde yönetildiği dönemdi ve özellikle de bu ülkelerde yaşayan Müslümanlara türlü eziyetler yapılıyordu.

Bulgarlar da bu yöntemleri en fazla uygulayan ülkeydi Türkçe’nin bırakın bölgesel resmi dil olması, yazılması ve konuşulmasının dahi yasak olduğu dönemlerdi. Hükümet tarafından erkek çocuklarının sünnet ettirilmesi dahi yasaklanmış ve kimliklerinin en büyük nişanesi olan Müslüman Türk isimleri, hükümet tarafından zorla değiştirilmeye başlanmıştı.

Genç Naim, bir yandan antrenmanlarda ve yarışmalarda bedeninden büyük ağırlıkları kaldırırken, diğer yandan da bu manevi ağırlıkların altında eziliyordu.

İsmini değiştirerek “Naum Şalamanov” yaptılar ve bundan sonra yarışmalara bu isimle katılacaksın dediler… Belki de Naim Türkiye’ye iltica etmeyi o gün kafasına koymuştu…

Gerisini biliyorsunuz, Avustralya’daki şampiyonada kamptan kaçış, Türk Büyülelçiliği’ne oradan da özel uçakla Türkiye’ye dönüş… Sonrasında ise ülkemiz için yarıştığı bütün şampiyonalarda, olimpiyatlarda rekorlar kırarak birincilik…

Bu başarılara kimse kayıtsız kalamadı. İsmini değiştirmek için baskı yapan Batı kafası, Naim’e yeni bir unvan bulmak zorunda kaldı: “Cep Herkülü”…

İşte Naim Süleymanoğlu’nun “Naum Şalamanov” olacakken “Cep Herkülü” olduğu bu dönem, İstanbul’u fetheden Osmanlı’nın ayaklarına bütün Avrupa coğrafyasının serildiği tarihe denk gelmektedir…

Cep Herkülü deyip geçmeyelim. Belki bizim değer yargılarımız arasında hiçbir ağırlığı olmayan bu ifade Batı için hele de bir olimpiyat şampiyonuna verilirken çok kıymetlidir ve belki de bu ünvanın üzerinde başka bir unvan bulunmamaktadır.

Batı kültürünün temellerini oluşturan Yunan efsanelerine göre Herkül, bir tanrı ile insanın birleşmesinden dünyaya gelmiş ve insanlara göre daha üstün özellikleri bulunan ama tanrı da olmayan bir karakterdir. Yani insanlığın ulaşabileceği son nokta… Emin olun batı için Müslüman bir Türk’e “Herkül” demek ile çocuklarını Enderun’da yetiştirmek için birbirleri ile yarışmak arasında hiçbir fark yoktur ve batı her iki eylemi yaparken de yenemediği bu yeni güce hayranlıkla ama içten içe de bir kinle bakmaktadır…

88’deki olimpiyatlardan, 2000 yılında dördüncü defa olimpiyat şampiyonu olmak amacıyla barların altına vücudunu koyduğu tarihe kadar girdiği bütün yarışmalarda rekorlar kırarak şampiyon olan Naim Süleymanoğlu, ilk defa Sidney’de denediği ağırlıkları kaldıramadı ve son olarak bu yarışmalarda bütün dünya tarafından ayakta alkışlanarak spor hayatını bitirdi.

Başka bir ülkenin vatandaşı olsa hakkında kaldırdığı ağırlıklardan fazla kitaplar çıkması, filmler çekilmesi gereken Naim, sporu bıraktığı tarihten itibaren de yok farz edildi ve hiçbir zaman spor camiasında hak ettiği değeri bulamadı.

Eski başarıları ile avunan bu büyük şampiyon, sonuçta bir hastane odasında pek çok kişiye kırgın olarak geçmiş başarılarının avuntusu ile gözlerini yumdu. Bir televizyon haberine göre şampiyonluk için yarıştığı bütün rakiplerinin cenazesinde hazır bulunduğu bu şampiyon için hükmümüzü daha yazının başında söylemiştik:Naim Süleymanoğlu’nun hikâyesi, aslında bütün bir millet olarak hepimizin hikâyesidir…

 

Bu yazı toplam 87338 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar